23 Aralık 2010 Perşembe

Gözüme Takılanlar Aralık 2010-1

“Gözüme Takılanlar” bölümünü basında gördüğüm ve insanın sinir katsayısını artıran haberler, geçen yasalar ve yeni uygulamalara kısa kısa yer vererek bu anlamda bir derleme oluşturmayı hedefliyorum.
Son günlerde okuduklarımla başlayayım.
1.       Efendim şu sıralar meclis alt komisyonunda bireysel silahlanma ile ilgili bir yasa görüşülüyormuş, içeriği ise ürkütücü: silah taşıma ruhsatı sayısı 2'ye, silah bulundurma ruhsatı da toplamda 5'e çıkarılacak, silah bulundurma yaşını 18’e indirilecek, eski sabıkalılara silah izni gelecek ve silah reklamı yapmak da serbest hale gelecek. Yasanın geçmemesini temenni ediyoruz.
2.       Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Birol Aydemir, endüstri meslek liselerini özel sektöre devredeceklerini açıklamış. Bu şekilde okullarda Milli Eğitim, sanayi ve ticaret odası ile Çalışma Bakanlığı'nın olduğu üçlü bir yönetim modeli oluşturulacakmış.
3.       Enerji Bakanı Taner Yıldız işçilerin gerekirse 16-18 saat çalışması gerektiğini iddia etti. Geriye kalan 6-8 saati bize bahşettiği için “oh yarabbi şükür” diyoruz.
4.       Ve Mümtazer Türköne isimli yazılarını dehşetle okuduğum Zaman gazetesi yazarı geçtiğimiz günlerde EMEP, Halkevleri, ÖDP ve TKP liderlerinin katıldığı “Sol Ne Yapmalı?” panelinin ardından bombayı patlattı. Türköne bu parti ve örgütleri PKK’nın ateşkesiyle oluşan şiddet boşluğunu doldurmaya çalışan marjinaller olarak nitelendirmek hafif kalır suçlayarak yazısında doruk noktaya ulaştı. Yazının tamamı için: http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1068769&title=siddetin-piyasasi

22 Aralık 2010 Çarşamba

Hani Nerede Tanrı?

Hep o var zaten, ondan gayrısı yok ki. O hem bize içkin hem bizi aşkın. O hem mekan hem hareket. Tanrı yoksa anlam yok, ben yokum. Tanrı mahlukatın kıblesi, mahlukat tanrının. Belki sadece sevmek için yarattı. Tanrı geldiğim şey, üstünde, belki içinde bir hiç olacağım şey. Hiçlik geçmek demek her şeyden, bir su damlası okyanusa düşünce bir hiçtir ama okyanus ne muazzam.

Kariyerizm

Yaşamdaki en büyük hedefimiz kariyer yapmak. Ne kadar iyi ve ahlaklı olduğunuzun ötesindedir kariyer, kariyerin varsa başarılısındır. Ama hepimiz kariyer yapamayız elbette ki, bu yüzden birbirimizle mücadele etmemiz gerekir, kendimizi beğendirmemiz gerekir, bize iş verecek saygıdeğer(!) insanlara.
Birkaç girişimci örnek sunulur, kendi işini kurup zengin olmuş. Fırsatlardan bahsedilir, belki siz o şanslılardan biri olursunuz diye, sürekli fırsat kovalaya kovalaya kariyer yapacağım diye uğraşa uğraşa yaşamınız geçerken, ne kaybettiğiniz ve ne kazandığınız, kimlere ne kadar zarar verdiğiniz emin olun size bu direktifleri verenleri hiç ilgilendirmeyecektir. Kariyer yapılmazsa az para kazanılır, kariyer demek para demek; kariyer yapanlar çok, yapamayan beceriksizler az para kazanacak emekleri eşit olsa bile. Peki sorun nerede? Biz birer kaynak mıyız, kaynaklar tüketilebilen şeylerdir, her yıl yeni kaynaklar ürer eskiler tüketilir. Tükenmek için düsturunuzun zorunlu olarak para olmasına evet demek için, rekabeti kanıksamak, başkalarının önüne geçebilme taktikleri öğrenmek için yani aslında sizin beninizden başkasını saf dışı bırakmak, yaşamak için başkasının üstünde olmayı sistematik olarak öğrenmek için kariyer günlerine, sözde kişisel gelişim dünyasına hoşgeldiniz.

18 Aralık 2010 Cumartesi

YALNIZLAŞMA VE YABANCILAŞMA ÜZERİNE BİR DENEME

Her insan bir derya olduğu gibi bu derya tek başına var olamaz. İnsanlığın tümü yek bir vücut gibidir. Farabi “İnsan küçük alemdir” der. Farabi bunu söylerken insan vücudundaki fizyolojik ve biyolojik süreçlerin alemin (evren) fiziksel varlığıyla benzeşmesinden ötürü söyler. Bunu genişletirsek insan hem bilişsel hem de fiziksel açıdan bir dünyadır, keşfeder, duyuşları vardır. En azından şimdilik şuur, analitik düşünce yeteneğini herkesin kabul ettiği bu karmaşık varlığı daha iyi tanımak için, derinleştirmek için çabalamak gerek şüphesiz. İnsan hem müziktir, hem mutlak bilgiye giden yolların örücüsü, hem duygudur.
 Tarihteki irili ufaklı her devrim olmasa da çağ açıp kapayan devrimler insanın bu yolculuğunu tıkayan engelleri kaldıranlardır. Fakat her devrim kendi içinde tıkanarak yeni çelişkileri doğurur. Klasik tarihsel sınıflandırmada son devrim “Fransız İhtilali” ile Yakın Çağ’ı başlatan devrimdir. Bundan sonra buraya Bolşevik devrimi, çift kutuplu dünya ya da farklı olaylar eklenir mi bilinmez ama şimdilik söylenen budur. Fransız İhtilali, bir burjuva devrimi olarak tarihe geçerek kapitalistleşme sürecinin demokratik altyapısını oluşturmuştur. Kuşkusuz 17.yy’da nüvelerini göstermeye başlayan “Aydınlanma Çağı” tarihin mihenk taşını oluşturmuş, Fransız Devrimi’ne yol açmıştır.Yani özsel değişim biçimsel değişikliği getirmiştir. Fakat 18.yy’den 21.yy’e geldiğimiz noktada insanlığın yeni şeyler söylemesi gerekmektedir.Şimdiye kadar devraldığı mirası kullanarak, yaşanmışlıkları yoğurarak. Çünü başta bahsettiğimiz küçük alem yani insan özünden uzaklaşmaya sürüklenmektedir. Burada belirli, iyiyi ve güzeli öngören bir “öz” tanımı varsayıldığı için bu yaklaşımı fazlaca metafizik ve  “apriori” fikirlerle bezeli bulanlar için şöyle demek olgunun varlığına ve tespitine halel getirmeyecektir: biçimle öz arasındaki uyumsuzluk, özün önderliğinde biçimi değiştirebilme potansiyelini barındırır. Küçük alem ya yüzeysel egoların peşine takılmayı görev olarak benimsemekte ya da yoksulluğun, açlığın bir kısım insan için dert olmayan gündelik temel yaşam sorunlarının içinde boğulmaktadır. Bir farkındalık geliştirenlerse bir grup azınlık ya da marjinal olarak yansıtılmaktadır. Toplumlar ve insanlık yekpare olması gerekirken demokratikleşme ve özgürlükler adı altında ama çoğunluk özgür olmadan enlemesine-boylamasına parçalara bölünmüştür:  Kadınlar, etnisiteler, engelliler...Üstelik pek çok sorun düzenin yapısal sorunlarıyken aynı yapıdan çözüm beklemek...
 Oysa insanlığın gitmesi gereken uzun bir yol vardır. Ama duraklama mı gerileme mi kestirelemeyen bir sürece girmiştir. Bu sürecin bireylerdeki yansımasını keskin bir yalnızlık, buhranlar olarak tanımlamak herhalde sosyal psikolojiyle hiç de ters düşmeyecektir. Propaganda ve iletişim araçları bireyselliği ve benmerkezciliği başarının ve büyük insan olmanın bir gereği olarak öne çıkarır, insan rekabetçi bir ortamdadır. Başarının tanımı ise insanlığa faydalı olmakla ya da toplumsal bir erekle hiç de ilgili değildir. Birey başkaları için değil kendisi için vardır, başkaları birer rakip ve hak gaspedicidir. İnsan toplumsallığıyla çelişkili bir şekilde paramparça ve sıkıntılı bir yaşamın içerisine girmeye zorlanır, çoğu zamanda kendisini çaresiz hissederek eylemsizdir. 
Öyle ki yaşam alanları, çalışma alanları, mimari tasarımlar bu soyut durumun dışa yansıması, şekle bürünmüş halidir. İnsanlar tüm zamanlardan daha yakındır birbirine, daha kolay ulaşabilir, erişilebilir. Ama tüm zamanların en incelmiş yalnızlığını da duyar adeta içinde. Kasaba havasındaki mahallelerden, kimsenin birbirini tanımadığı sitelere geçiş, kolektif bir emeği gerçekleştiren şirketlerde kurumsallaşmanın gereği departmanlarda işlevsel parça misali ilişkiler, ofislerde herkesin birarada oturduğu ama iş dışındaki iletişimi zorlaştıran tasarımlara yöneliş. Peki tüm bunlar gerçekten işe yaramış mıdır? Yaradıysa her yıl neden binlerce kişisel gelişim kitapları yayınlanıyor, mutlu olmanın yolları aranıyor, şirketlerde motivasyon programları... Ve her gün gerçekte başarılamayan, doyurulamayan en temel, naif isteğimiz için sanal ortamda sosyalleşme, bağ kurma denemeleri: Facebook, twitter, messenger, telefonlar...Burada kuruluş amaçlarının bu olduğunu ya da amacını ulaştığını iddia etmiyorum ama insanların içinde bulunduğu bu zafiyetten ve toplumsal durumdan yararlanıldığını söylüyorum.
Yalnızlaşma ve yabancılaşma ise kişisel bir tespitin ötesinde: Fransız Devrimi’ni müteakip Sanayi Devrimi ile başlayacak olan Kafkaesk edebiyat, sinema eserlerinde de bu etkileri görebileceğimizi söylemenin müthiş bir iddia olmayacağı kanısındayım.

Modern Olgun

Olgunlaşmak daha az duyumsamak, daha az tatmak, daha az hissetmek mi demek? Büyüyünce çevren ve evren daralıp küçük bir eve mi hapsolur? Olgunlaşmak demek kendini tamamlayıp başkasına katkı yapabilmek mi demek? Öyleyse nasıl gelinir ki o aşamaya, ya öyle değilse nasıl kendi olmadan başkasında olur ki insan? Yoksa başkalarıyla bütünleniyor da sır burada mı? Kaç insan bir bütün yapar? Bir bütün insan olmak çok mu zor?

Annem dedi ki: Biz eskiden köyde, tüm köy ahalisi ekin biçmeye gider, şarkı türkü hep beraber iş görerdik. Köyün eğlenceleri de ayrı olurmuş. Kadınlar bile at koştururmuş, sevdiceklerinin evlerinin önünde. Ne çocukluk !
Sahi annem daha mı olgun oldu acaba? Çünkü hissedecek pek de bir şey yok buralarda, altında atı da yok, türkü söyleyerek iş yaptığı kimsede yok. Bir ev var çekirdek aileden oluşan köydeki iki katlı evin aile bireylerinin çeşitliliği ve eğlenceleriyle kıyaslanamaz bile. Hele babam tam bir olgun, belli ve hiç aksamayan çalışma saatleri var, ancak belirli zamanlarda bizi görebilir.

Kim koymuş bu olgunlaşmanın, yani birey olarak adam edebilmenin kurallarını? Hem ne diye daha az hissetmeli, duymalıyım ki, ne diye apartman bloklarının ufacık dairelerinde gökyüzünden mahrum, ofislerin daha da bunaltıcı kafeslerinde iç çekecekmişim; ama mecbursak.Peki kim tasarlıyor bu yaşam döngüsünü?

Tam yazının burasında geliverdi aklıma “Tutunamayanlar”.

İnfaz

Sonsuz küçük zaman aralığında sonsuz küçük duygular yaşadı.

Ben
dedi, günah işlemedim, Allah’tan başka yargıcım yoktur
dedi.
Alnına doğrulan silahın deliğinden içeri
baktı, merminin çıkışını görmek istercesine.
Mermi simsiyah delikten
çıktı.
Sonsuz küçük zaman geri saymaya
başladı yüreği çarpmaya, küçük küçük duygular
geçmeye ömür
bitti infaz.