Her insan bir derya olduğu gibi bu derya tek başına var olamaz. İnsanlığın tümü yek bir vücut gibidir. Farabi “İnsan küçük alemdir” der. Farabi bunu söylerken insan vücudundaki fizyolojik ve biyolojik süreçlerin alemin (evren) fiziksel varlığıyla benzeşmesinden ötürü söyler. Bunu genişletirsek insan hem bilişsel hem de fiziksel açıdan bir dünyadır, keşfeder, duyuşları vardır. En azından şimdilik şuur, analitik düşünce yeteneğini herkesin kabul ettiği bu karmaşık varlığı daha iyi tanımak için, derinleştirmek için çabalamak gerek şüphesiz. İnsan hem müziktir, hem mutlak bilgiye giden yolların örücüsü, hem duygudur.
Tarihteki irili ufaklı her devrim olmasa da çağ açıp kapayan devrimler insanın bu yolculuğunu tıkayan engelleri kaldıranlardır. Fakat her devrim kendi içinde tıkanarak yeni çelişkileri doğurur. Klasik tarihsel sınıflandırmada son devrim “Fransız İhtilali” ile Yakın Çağ’ı başlatan devrimdir. Bundan sonra buraya Bolşevik devrimi, çift kutuplu dünya ya da farklı olaylar eklenir mi bilinmez ama şimdilik söylenen budur. Fransız İhtilali, bir burjuva devrimi olarak tarihe geçerek kapitalistleşme sürecinin demokratik altyapısını oluşturmuştur. Kuşkusuz 17.yy’da nüvelerini göstermeye başlayan “Aydınlanma Çağı” tarihin mihenk taşını oluşturmuş, Fransız Devrimi’ne yol açmıştır.Yani özsel değişim biçimsel değişikliği getirmiştir. Fakat 18.yy’den 21.yy’e geldiğimiz noktada insanlığın yeni şeyler söylemesi gerekmektedir.Şimdiye kadar devraldığı mirası kullanarak, yaşanmışlıkları yoğurarak. Çünü başta bahsettiğimiz küçük alem yani insan özünden uzaklaşmaya sürüklenmektedir. Burada belirli, iyiyi ve güzeli öngören bir “öz” tanımı varsayıldığı için bu yaklaşımı fazlaca metafizik ve “apriori” fikirlerle bezeli bulanlar için şöyle demek olgunun varlığına ve tespitine halel getirmeyecektir: biçimle öz arasındaki uyumsuzluk, özün önderliğinde biçimi değiştirebilme potansiyelini barındırır. Küçük alem ya yüzeysel egoların peşine takılmayı görev olarak benimsemekte ya da yoksulluğun, açlığın bir kısım insan için dert olmayan gündelik temel yaşam sorunlarının içinde boğulmaktadır. Bir farkındalık geliştirenlerse bir grup azınlık ya da marjinal olarak yansıtılmaktadır. Toplumlar ve insanlık yekpare olması gerekirken demokratikleşme ve özgürlükler adı altında ama çoğunluk özgür olmadan enlemesine-boylamasına parçalara bölünmüştür: Kadınlar, etnisiteler, engelliler...Üstelik pek çok sorun düzenin yapısal sorunlarıyken aynı yapıdan çözüm beklemek...
Oysa insanlığın gitmesi gereken uzun bir yol vardır. Ama duraklama mı gerileme mi kestirelemeyen bir sürece girmiştir. Bu sürecin bireylerdeki yansımasını keskin bir yalnızlık, buhranlar olarak tanımlamak herhalde sosyal psikolojiyle hiç de ters düşmeyecektir. Propaganda ve iletişim araçları bireyselliği ve benmerkezciliği başarının ve büyük insan olmanın bir gereği olarak öne çıkarır, insan rekabetçi bir ortamdadır. Başarının tanımı ise insanlığa faydalı olmakla ya da toplumsal bir erekle hiç de ilgili değildir. Birey başkaları için değil kendisi için vardır, başkaları birer rakip ve hak gaspedicidir. İnsan toplumsallığıyla çelişkili bir şekilde paramparça ve sıkıntılı bir yaşamın içerisine girmeye zorlanır, çoğu zamanda kendisini çaresiz hissederek eylemsizdir.
Öyle ki yaşam alanları, çalışma alanları, mimari tasarımlar bu soyut durumun dışa yansıması, şekle bürünmüş halidir. İnsanlar tüm zamanlardan daha yakındır birbirine, daha kolay ulaşabilir, erişilebilir. Ama tüm zamanların en incelmiş yalnızlığını da duyar adeta içinde. Kasaba havasındaki mahallelerden, kimsenin birbirini tanımadığı sitelere geçiş, kolektif bir emeği gerçekleştiren şirketlerde kurumsallaşmanın gereği departmanlarda işlevsel parça misali ilişkiler, ofislerde herkesin birarada oturduğu ama iş dışındaki iletişimi zorlaştıran tasarımlara yöneliş. Peki tüm bunlar gerçekten işe yaramış mıdır? Yaradıysa her yıl neden binlerce kişisel gelişim kitapları yayınlanıyor, mutlu olmanın yolları aranıyor, şirketlerde motivasyon programları... Ve her gün gerçekte başarılamayan, doyurulamayan en temel, naif isteğimiz için sanal ortamda sosyalleşme, bağ kurma denemeleri: Facebook, twitter, messenger, telefonlar...Burada kuruluş amaçlarının bu olduğunu ya da amacını ulaştığını iddia etmiyorum ama insanların içinde bulunduğu bu zafiyetten ve toplumsal durumdan yararlanıldığını söylüyorum.
Yalnızlaşma ve yabancılaşma ise kişisel bir tespitin ötesinde: Fransız Devrimi’ni müteakip Sanayi Devrimi ile başlayacak olan Kafkaesk edebiyat, sinema eserlerinde de bu etkileri görebileceğimizi söylemenin müthiş bir iddia olmayacağı kanısındayım.