24 Aralık 2011 Cumartesi

YİNE Mİ DUALİTE?

Nasıl dayandın sen, nasıl ölmedin şimdiye kadar? Öldün belki de. Capcanlı yaşamak mümkün mü tüm bu karmaşanın karmaşıklığının arasında. Yaşamak sırtımda bir ağrıya sebep oluyor benim de, sabahları iştahsızlığa. Gözlerinin anlık dalışlarında tüm yaşanmışlıklarını okudum, hüzün ve masumiyetin birleştiği. Peki benim gözlerimin seninkilerle ne ilgisi var? Tanrı Bacchus’a inanan biz miyiz değil miyiz? Ne kadar bol şarap ve dans var, neden bu kadar tatsız hayat. Doğayla birleşmeye bedenler mi engel yoksa? Mesela ben başkası olmak istiyorum ama bedenler bizi başkalarından ayıran, bizi bizle bırakan. Sevişmek bedeni aşmanın boşa çabası. Geçemeyiz tenimizden ve parmaklarımızdan. Ve mesafe değil bedenlerimizdir aramızdaki. Şimdi dağılın, herkes kendine dönsün.

14 Ekim 2011 Cuma

Havadan Sudan

-Merhaba ! Gitar mı çalıyorsunuz?
-Evet.
-Öğrenci misiniz peki?
-Evet
-Ne güzel olsa gerek bir müzik aleti çalabilmek. Ben de bağlama çalmak
isterdim. Hatta bir keresinde bir kursa başlamaya heves etmiştim ama
vakit olmamıştı, en sevdiğim türkü ne biliyor musunuz? Durun, durun
ne kadar da garip karşıladınız kim bilir bu davranışımı.
Oysa siz hiç istemediniz mi geminde ya da otobüste otururken gördüğünüz
biriyle konuşmayı, nereden gelip nereye gittiğini. Yoksa çok mu
meşguldunuz kendi kendinizle. Belki de içinizdeki sadece bir merak
yarım kalmış bir istek olarak sönüvermiştir. Böylesine bir şey o kadar
olasılık dışı bir durum haline geldiği için mi yoksa ancak yaşlı teyzelerle
amcaların ihtiyarlıklarına yakışık kalacak bir eylem olduğu için mi
vazgeçtiniz? Bazen de zor gelir konuşmak, yorucu. Sahi niye öyledir ki
konuşmak yürümek, görmek gibi değil. Kelimeler dilimizden dökülmeden
önce adab-ı muaşereti, kadınlığın, erkekliğin daha birçok şeyin
koridorundan geçmek zorundadır. Aptal görünmemeliyiz, toplumun ne kadar
iyi bir üyesi olduğunu kanıtlamalıyız sanki. Sizce de öyle değil mi?
İsminiz neydi?
-....Zeynep...
-Zey-nep ! Neden ilk görüşte aşk olur da arkadaşlık olmaz. Kaç kereden
sonra arkadaş olunur, kaç kereden sonra dost. Hangi mekanın hangi zamanın
içinde biraraya gelmek gerekir? Sizin hiç vapurda başlayan bir dostluğunuz
oldu mu, yoksa çok mu kısadır Eminönü-Kadıköy arası?
-Haydarpaşa İskelesi'ne yaklaştık, ineceğim ben.
-Bu sefer ben de Haydarpaşa İskelesi'nde insem Kadıköy'e yürüsem çok tuhaf
olurdu değil mi? Burası tam da muhabbetin bitmesi gerektiği yer hiç
başlamaması gerektiği gibi.

24 Eylül 2011 Cumartesi

NEFESSİZLİK

Vücudum dipdiriyken öldüm
Uykudayken seviştim rüyalarımda
Güpegündüz aydınlıkken kapkaranlıktı gözlerim
Yürümek değildi o süründüm sokaklarda
Boğuldum nefessiz soluklarımda
Dokunmak için değil hayatta kalmak içindi ellerim
Duygusuz gönlüm efkarlı aklımın ötesindeydi
Sebepsiz, sonsuz ve anlamsız gayretkeşliğim
İfadesiz çırpınışlar dilimdeydi
Kemik ve et yığını bedenim
Kılavuzsuz yollarda gitmekten yorgun
Yaşamak için ateş böceğini görmenin yetmediği yerdeydim ben.

23 Eylül 2011 Cuma

DÜZENİN KARMAŞASI

Yazıldı kitaplara,
dalgalara manyetik
sayısız kelimeler yazıldı,
yazıldı...
Okundu sayısız insan tarafından
okundu
okundu...
Dualar döküldü
dudaklardan koskoca
laboratuarlarda çarpışan parçacıklar.
Oturdu toplum sözleşmeye, köle gitti bey geldi...
Yenildi
içildi
içildi...
içmek bitmedi alemin sarhoşluğunda
kan vardı, karmaşa vardı
kahkaların ortasında,
o kahkalar ki
zincire vurulmuş özgürlüksüzlüklerin
güneşin doğuşuyla
batışından sonrasına
bir mekanda bir zamana sıkışmışlık.
İçindekilerin birbirini görmediği,
üstüne basıp geçtiği kapkara bir kutu.
ve zaman geldi öylesine
alemden bir parça
bir ademoğlunun devrine...
o ademoğlu ki
rüyaya daldı, başı dönüyordu
evren
Elif’i gördü bir saile
yığıldı yere
kollarını açtı evren
kucağındaydı, genişledi
nun’un noktası gibi kaldı
ortasında küçüldü
küçüldü
yok oldu.
Yoktu artık ama görüyordu
düşünüyordu yalnız
değil bir şeyle beraber sevişiyordu
bilinci.
Müzmin yalnızlıktan sonsuz
sevince erdi, yaşlar
süzüldü gözünden
düştü “Hayalin Derinlikleri”ne
yaş damlası yeniden varoldu
sayfanın üzerinde.
4 kapı 40 makam aşmıştı
toprak oldu
su oldu
ateş oldu
yel oldu
adem oldu
yarabbi dedi
“lebbeyk” dedi
“Küllü şey’in yer’ciu ilâ aslihi”
Abid oldu
zahid oldu
arif oldu
dehri
Geçti şehirlerden, insanlardan
geçti tanrıyı
buldu
insanı yalnızlığı düşünürken
Ve yalnızken bütünleşti diğerleriyle
Hayvan o
insan
sevgiyi bildi
nefreti
kötü oydu
iyi
öldürdü o
yaktı o
yaptı
insan o
insanlık
tanrı onda
o tanrıda
günah o
sevap
akıl o
duygu
o insan-evren
insan eriyip giden
varlıktan hiçliğe...

11 Eylül 2011 Pazar

....5

Saklı bir gelecek için çabalamakla yalancı bir gelecek uydurmak arasında gidip geliyordu. Yalancı gelecek  göstermelik olacaktı en normatifinden, saklı geleceği  yalnızca onun bildiği gözlerden uzak bir hazine. Müstakbel göstermelik yaşamının baş kişilerini hayal etmeye çalıştı, geçtiği yerleri, mekanları. Sonra perdeleyeceği hayatını düşündü, oradaki müstakbel insanları. Nasıl olabileceğini kestiremedi, mümkün müydü böyle yaşamak oyun oynar gibi. Çıkamadı işin içinden, o an soracak, tasarılarını anlatacak birini aradı, bulamadı. Telefonunu kurcaladı, bilgisayarını yokladı, yoktu kimse. Histerik bir gülüş geçti yüzünden, sohbet odaları dedi tıslayarak alaycı. Bilgisayarın başından kalktı, kitabını açtı isteklice kaldığı yerden okudu : “...çimeni yeşil gözleri büyüktü, dünyaya sevgiyle bakıyor, onun gözlerinden yayılan sevgi, sıcaklık, güzellik dünyayı bir anda sarıveriyor, onun yanına gelen insan sevgiyle, sıcaklıkla yunup arınıyor, içinde kinden, hasetten, kıskançlıktan, cümle kötülüklerden hiçbir şey kalmıyordu...” Durdu kaldı burasında sayfanın, kapattı kitabı. O dahil olur muydu saklı geleceğine gizlice?

9 Eylül 2011 Cuma

...4

Varlığın en güzel timsalini hiç görmemişti. Ateş gibiydi sımsıcak, dokunsa elleri yanacaktı. Titredi baştan aşağı. O ana kadar yaşadıklarının hiçbirine benzetemedi. Neydi bu? O herkesin sahip olduğu şeydi, yaşam kaynağı. Nasıl onsuz yaşadığına hayret etti. Ürperiyordu, karşısında ne yapacağını bilemedi. Herkesi yaşatan şey onu öldürecekti...

5 Eylül 2011 Pazartesi

....3

Odanın koyu yeşile boyanmış tahta kapısını açtı. Kimse yoktu içeride, sadece çamaşır odasıydı. Işığı yakmak için düğmeyi bulmakta zorlandı. Yaktığında sol köşedeki eski tahta bir çalışma masasının üstüne serili kırmızı, sarı, turuncu renklerden oluşan kareli örtüyü gördü, olduğu yerde çakıldı kaldı. Sımsıcak renkleriyle bu örtü ve üstüne serildiği tahta masa çok daha yakındı ona dışarıdaki soğuk gülüşmelerden. Odanın köşesine çekildi dışarıdan gözükmesin diye, masaya uzun uzun baktı. Baktı masaya uzun uzun. Çamaşırlarını alıp dışarı gidemedi. Derin bir iç çekti, nefesi gözlerindeki yaşlarla beraber boşandı. Yaşlar yanaklarından aşağı ince bir çizgi halinde akarken onu düşündü. İnsan dediğin müşfik olmalı dedi  kendi kendine. Yine onu düşündü, kırmızı, sarı, turuncu kareli örtüye baktı, onu düşündü. Paolina’nın çamaşırları kurumuştu halbuki  neden öylesine askıda bırakmıştı . Oysa Mirjam ne kadar nazikti, kendi eylemlerinden ne kadar sorumlu. Ya o şişman kadın bağırmak zorunda mıydı ona merdivenlerden yukarı 2.kata akşamın geç vaktinde kapı gıcırdadı diye. Onu düşündü, kırmızı, sarı, turuncu, kareli örtüye baktı. O dedi çocuk daha, ancak bir çocuk bu kadar kolay sevebilirdi. Sonra ona kalacak yer bulan kadını düşündü, gecenin bir vakti kapısını çalıp evinde yattığı ama hiç tanımadığı Avusturyalı kadını düşündü, gülümsedi. Örtüden geçti gözleri, onu düşündü. O dedi beni gülümsetenlerin timsali, üzenlerin tıynetinden münezzeh olan... Dışarıdaki gülüşmelerin yerini çatal-bıçak şakırtıları almıştı. Kırmızı, sarı, turuncu kareli örtüden ayrılmanın vakti gelmişti. Odanın koyu yeşile boyanmış tahta kapısını kapatamadı, onu içeri kilitlemekten korktu. Oysa o zaten geliyordu çatal-bıçak şakırtılarının arasına...

14 Temmuz 2011 Perşembe

....2

"22 yaşındasın hala öğrenemedin mi?" dedi. Herkese yazdığı gibi ona da yazmıştı ne öğrenirse kardır diye. Öteki azarlamak için yazmadığını söyledi; ama cümlenin altı çizili bir şekilde ifade edilmesine gerek yoktu. Zaten mesele azarlanmanın çok ötesindeydi. "22 yaşındasın hala öğrenemedin mi?" nin ondaki karşılığı bir kafeyi ya da barı bilmemekten çok daha derindi. 22 yaşında hala kim olduğunu ve ne yapacağını keşfedememişti. Herkesin bir devri kapatıp bir devri açtığı ya da açayazdığı bir dönemde hayatının geri kalanını nasıl dolduracağına dair hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği şey, yaşamak için çalışıp para kazanması gerektiğiydi. Bir vücudu ölümüne kadar besleyip diri tutmak yaşamak için yeterli miydi? Konuşmak sadece içinde bulunduğu garipliği açıklamaya çalışmak için debelenmenin aracı olacaksa gerek var mıydı? Sorumluluklardan korkuyordu ya, işte hiç kimsenin sorumluluğunun olmadığı bağımsız bir hayat. Öyle bir bağımsızlık ki en büyük özgürlüğü Alaska'ya gidip penguen sevmek olabilecek...Ne Nietszche'nin aforizmaları derman olurdu ne de sosylojinin açıklamalarından fayda umamabilirdi bu türden yalnızca kendinin deneyimlendiğini sandığı bir yalnızlık için. Ayakta kalmak için bir sebep aramak ne zordu mütemadiyen iki çift laf edecek insan aramak ne aykırıydı insanın o toplumsal denen doğasına. Durmadan arayış içerisinde olmak...Burası mıydı onun yeri yoksa şu organizasyon, bu oluşum, oradaki politik mücadelede mi olmalıydı?

12 Temmuz 2011 Salı

.....

Kendini sandığı insanla dışarıdan görünen insan aynı değildi. Hiç anlamadı bu farklılığı. Çok sevimli bulurdu kendini ama itici olmaktan öteye gidemiyordu. Otobüs duraklarında yaşlıların dert yandığı tiplerdendi, saygı uyandırmazdı sevgi uyandırmadığı gibi. Eğlenceli olduğunu düşünür, şakalarının zekice olduğunu sanırdı ama eğlenmeye davet edilmez, eğlenenler tarafından fazla ciddi algılanırdı. Ciddi konuşmalarda da ciddiye alınmazdı her nedense. Çoğu insanın ortak bir karara vardığı tek bir şey vardı onda: İyilik; içi boş, işe yaramayan bir kavram. Herkes ona iyi olduğunu söyleyip geçerdi. Bu verilen koskoca bir partide bir daha hiç göremeyeceğiniz insanların elinizi sıkması gibiydi. Ve bu ancak modern zamanların partilerinde olurdu, geçmişin iç içe yaşamış insanlarının bayramlarında değil.

Beynim, gözlerim ve yanaklarım

Bazen ne düşündüğümü kimse bilemediği için beynimin içerisine kimsenin girememesine fazlasıyla seviniyorum. Ne büyük özgürlük ! Kimsenin duymadığı çığlıklarımı atabiliyorum, kahkalarımı basabiliyorum, gönlümce sevebiliyorum beynimde. Koskocaman bir perde kafatasım ve saçlarım. Gözlerimi zor da olsa zaptedebiliyorum; beni ele vermeden önce belli bir süre tanıyorlar, ya yanaklarıma ne demeli? Şimdi gene düşünüyorum kafatasımın ve saçlarımın altından bu yaptığım ahlaksızca mı diye? Öyle ya ne düşündüğümü kimseye söyleyemiyorum demek değil mi bu? Hayır, ben kimseyi benim gibi gözleri ve yanakları ele vermesin diye...Kimi zaman da aklıma gelmez söylemek o sırada gözlerim ve yanaklarımla uğraşmaktan.
Bir kitapta görmüştüm "çocuk bedenine sıkışmış bir kadın"ı. Kadın mı dedim, kadın nasıl olunur? Ben çocuk olmayı biliyorum sadece 5-6 yaşını geçmeyen.7 olmaz mesela. Evcilik oynamayı tam olarak kavrayamadığın yaşlar olmalı, iki dakikadan fazla kurallara uyamadığın bir yaş, ne yapacağı belli olmayan, saklambaç oyunun ortasında kedi sevmeye başladığın bir yaş.Hiçbir şeyden anlamadığın için büyüklerin oyununa karışamadığın yaş.
Hem de koskocaman şapşal bir çocuk. Sırf birinin gözleri mavi diye kapılacak kadar, eşeklerin, öküzlerin karşısında durup ilk defa görüyormuşum gibi bakacak kadar çocuğum; neyin ne anlama geldiğini anlamayacak kadar şapşal.

24 Şubat 2011 Perşembe

Kayboluş

Kadehine şarabı yavaşça döktü, tam doldurmadı, 3-4 parmak açıklık bıraktı.Eline aldı, ama içmedi, gözlerini kadehten karşısındakine doğru yavaşça oynattı. Karşıdaki dışarıya bakıyordu, farkına varmadı. Beriki hafif kıpırdanarak dikkatini çekmeye çalıştı, öteki yönünü berikine dönünce beriki ona elinde kadeh bakmayı sürdürdü. Öteki bekledi ve savaş çıkacak dedi, beriki zaten hep savaştayız dedi, öldürmenin ve acı çektirmenin yolu sadece silah ve bomba değildir dedi. Öteki sustu camdan dışarı geri çevirdi bakışlarını beriki de aynısını yaptı. Bakışları varlıkla yokluk arasında birleşti, yitti gitti....


Uzun bir vakit geçti aradan öteki yeni bir projeye başladık bizim şirkette gaz türbinleri daha yüksek sıcaklıklara çekebilmek için dedi. Beriki ee ya sonra, dedi. Daha çok enerji aktarımı dedi, daha hızlı ve performanslı motorlar dedi, beriki ısrar etti ya sonra dedi, öteki daha hızlı ve rahat bir yaşam dedi. Rahat derken dili hantallaştı, ağırlaştı tereddüt geçirdi. Az önce hep savaşta olunduğuna dair fikrini çabucak unutup gaz türbinin kanatcıklarının malzemesine takılıp kalarak konuştuğunu farketti. Öteki bunu farketmişçesine bu dedi koca bir yalan ıraksayan bir seri dedi...

12 Şubat 2011 Cumartesi

Üniversite-Sanayi İşbirliği

Son dönemde benimsenip içselleştirilmeye başlanmış hatta uygulanmakta olan bir durumu ifade ediyor üniversite-sanayi işbirliği. Gerçekten o kadar yararlı mı? Yoksa üniversitelerin ilerici ve aydın karakterini yok etmeye, tamamen kapitalist düzene uyumlu,üniversiteleri sermaye sahiplerinin oyuncağı yapmaya yönelik bir dönüşüm süreci mi bu?
Gelin bir göz atalım üniversitelere ve yaptıklarına, benimsenen söylemlere !!
Üniversitelere bir ticari kurum gibi işletilmekte üniversite-sanayi işbirliği bunun bir parçası olmakta karşılıklı yarar sağlanmaktadır. Firmaların kar amacı güderek istedikleri araştırma-geliştirme projeleri gerçekleştirilmektedir. Oysa bilim ve teknoloji üniversiteler sanayinin uşağı olduğu müddetçe gelişmeyecektir. Hocaların değeri yaptığı bilimsel araştırmayla değil hangi büyük şirketlerin ve markaların danışmanı olduğuyla ölçülmektedir artık. Ya da hangi holding grubuna proje yaptığıyla...
Üniversite-sanayi işbirliğinin altında hangi iyi niyet yatıyor olabilir? Paranın ve sermayenin bulaştığı hangi iş  insanlığa ve bilime hizmet ediyor olabilir? Eğer amaç üniversitelere gelir kaynağı sağlamaksa üniversitelerin karakteri sanayiciye muhtaç olmamalıdır. Öyleyse devlet nedir?
Eğer amaç sanayinin geri kalmışlığını üst seviyelere çekmekse, bu işverenlere ve patronlara hayli iyimser bir yaklaşımdır; çünkü kendileri yumuşak koltuklarında ar-ge adına hiç bir çalışma yapmazken bunu bir gider olarak görürken, elbette bu geri kalmışlığı kendilerine aittir.
Peki böyle bir ortamdan yola çıkarak üniversite mezunu yada üniversitelinin kim olacağına dair bazı öngörülerde bulunalım.
Kariyerizm anlayışıyla yetişmişlerdir, dolayısıyla sistemin rekabetçi dayatmasından rahatsız olmak bir yana bunun doğal olduğunu düşünürler, "başarı" ve "başarmak" olguları para ve terfiyle eşdeğerdir. Büyük bir şirkette yönetici olmak en büyük hayalleridir. Toplumdan kopukturlar, zira sistem onları toplumla özdeşleştirmelerine asla izin vermez. Çünkü toplum aleyhine çalışacakladır, zaman zaman büyük işçi atılmalarının olduğu yerde bir işveren vekili, hayallerindeki gibi 'yönetici' olacaklardır.
Çünkü kendi yetiştikleri kurum sanayiye bağımlı olmuş olacaktır. Bu konuda bir görüş ve görev anlayışı olmayacaktır.Çünkü kendi üniversitesinde kariyer günleri düzenlene düzenlene daha kariyerin ne olduğu üzerinde düşünemeden içselleştirmiş o da istemiştir kariyer yapmayı nereden geçerse geçsin yolu.
Çünkü bir aydın birikimi olmayacaktır düzenin işleyişine ve buna ilişkin sorgulamaya dair.Bunun için bir değer üreticisi ve duruş sahibi asla olamayacaktır. Toplumun tahsil görmüş yol göstericisi hiç olamayacaktır.
Etik değerleriniyse çoktan Mill'in faydacı teorisine oturtmuş olacaktır. 
Oysa üniversitelerin bağımsızlığı yalnızca devlet tarafından kontrol edilmemesi yada YÖK gibi kurumlara bağımlı olmadığını gösteren bir ifade değil aynı zamanda devlet dışı aygıt ve oluşumlara bağımlı olmadığının ifadesidir. Üniversiteler tesir altında kalmaksızın çalışmalarını yürütürler, ilerici ve aydın olabilmeleri için tüm düzen unsurlarının baskısından uzak olmalıdırlar.

1 Şubat 2011 Salı

Gözüme Takılanlar Ocak 2011

1. Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde İl Emniyet Müdürlüğü demişki: Özgür üniversite modelini devreye soktuk. Biz sizin özgürlüğününüzün kısıtlayıcaları olarak değil, özgürlüğünüzün teminatı olarak bulunuyoruz.
Emniyet Müdürlüğü’nün Tükiye’de yaşanan pek çok olaydan sonra özgürlük üzerine kelam etmesi ironi yapmış olma ihtimalini akıllara getirmiyor değil.

2. Sulukule, Zeytinburnu’dan sonra Balat halkı da kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri adı altında bölgelerinden sürülecekler. Bölge’nin Çalık Grubu’na devredildiğini hatırlatmakta fayda var.

3. Geçtiğimiz haftalarda İDO’nun özelleşmesi için ihaleye çıkılmış.

4. İstanbul Üniversitesi'nde, 45 öğrenciye kendi okullarına "zorla girdikleri" gerekçesiyle soruşturma açılmış:
“İstanbul Üniversitesi'nde 27-28 ve 1 Kasım tarihleri arasında üniversitenin giriş kapısından okula girmek isteyen ancak özel güvenlikçilerin üst aramasını protesto eden öğrenciler ile özel güvenlikçiler arasında arbede yaşandı. Bu uygulamayı protesto eden 45 öğrenci giriş kapısından değil araç kapısından üniversiteye girince haklarında soruşturma açıldı.” (
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1294153134&year=2011&month=01&day=04 )

5. Ve çok tartışılan Galatasaray Arena Stadyumu’nun açılışına değinmeden olmaz:
Galatasaray Spor Kulubü Başkanı Adnan Polat, dün gerçekleştirilen stat açılışında Başbakan Erdoğan ve diğer AKP'lilerin protesto edilmesi hakkında "Bunlar Galatasaray taraftarı değil" dedi. Polat, kamera kayıtlarından protestocuları tespit edip stada almayacaklarını da söyledi :s

6.Torba Yasa: 2011’le beraber Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçen; deneme süresinin uzatılmasından, engelli istihdamının işveren insiyatifine bırakılmasına; meslek lisesi stajyerlerinin  ücretlerinin düşürülmesinden öğrenci affına pek çok ilgili ilgisiz her türlü maddeyi içeren “torba yasa” meclise geldi.
Ayrıca "Haftalık çalışma süresi 30 saatin altında olan, esnek çalışma türlerini kapsayan kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışan sigortalılar, kısmı süreli çalıştıkları aylara ait eksik sürelerini ceplerinden tamamlamak şartıyla sağlık hizmetlerinden yararlanabilecek." (etha) Hem yarı zamannlı, kısmi zamanlı çalışmalara yol verip hem de eksikleri cepten ödettirmek....

17 Ocak 2011 Pazartesi

MASAL 2

Tavşanla kedi başlamışlar ormanda dolaşmaya. Kedi büyülenerek bakıyormuş tavşana...hem bir yaratılış güzeli hem de kediye muhabbet etme mutluluğunu bahşetmesi... Kedi açık yüreklilikle:
-Tavşan ben seni çok sevdim, dostum olur musun?
demiş.
Tavşan tuhaf bakışlar fırlatarak:
-Burada tavşanlar ancak tavşanlarla dost olur, başka türden biriyle nasıl dost olunur ki?
-Nasıl yani? Binbir çeşit türün bulunduğu şu koskoca ormanda, siz sadece tavşanlar olarak birbirinizle mi yetinirsiniz?
-Sadece biz tavşanlar değil, baykuşlarla baykuşlarla, kaplanlar kaplanlarla vakit geçirirler. Bu bir orman yasası gibidir, bir çeşit güvenlik önlemi, hem başka türden bir hayvanın zarar getirip getirmeyeceğinden nasıl emin olalım?
Kedi bu sözleri duyunca bu yolculuğa boşuna çıktığını sezer gibi olmuş ama gene de umutlarını yitirmek istememiş...

15 Ocak 2011 Cumartesi

MASAL 1

Kedinin biri bir gün yaşadığı yerden gitmek istemiş. Masal bu, kedi almış başını gitmiş ormana farklı türlerle arkadaş olmaya. Kedi aç değilmiş açıkta değilmiş ama bu gitme arzusuna engel olamamış. Demiş ki kendine bu mahallelerde, kentin sokaklarında karnım doyuyor ucu ucuna ama ben hep aç hissediyorum. Kedi bu, nereden bilsin açlığı yemekten mi başka bir şeyden mi, o yüzden bu yolculuğa karar vermiş, cevap bulurum belki diye.
Başlamış ormanın içinde yürümeye, bakmış etrafına, ne kadar da farklı bir diyar diye düşünmüş. İçine çekmiş ormanın tertemiz havasını. İçini bir umut kaplamış, hah demiş sonunda bu dinmeyen açlığıma çare bulacağım galiba. Bembeyaz, hızlıca çalılığın arkasına gizlenen bir “şey” görmüş kedi, mutluluğu iki kat artmış. Sokak kedisi bu, hiç görmemiş ki tavşan olduğunu nereden bilsin. Kedi, tavşanın güzelliğine hayran kalmış. Tavşansa tedbirli, çalıların arasında burnu bir aşağı bir yukarı hızlı hızlı havayı kokluyormuş. Kedi,  tavşana
-Sen ne güzel bir yaratıksın, benim geldiğim yerlerde hiç böylesi yoktur.
Bunu duyan tavşan şaşırmış. Herhalde bu kedi biraz alık diye düşünmüş, çünkü hiç kedi tavşana hayran kalır mı? Bu yolunu şaşırmıştan bana ne zarar gelebilir ki diye çıkmış çalıların arkasından kediyle konuşmak için:
-Nereden gelirsin sen?
-Ben büyüüük bir kentten geldim.
-Neden yetmedi mi oralar sana?
demiş tavşan. Kedi mahzun:
-Ben hep kendimi aç hissediyorum, doyuramadım oralarda bir türlü kendimi. Cevap bulmaya geldim buralara demiş.
Tavşan düşünmüş:
-Diğer kedilere sorsaydın ya, burada kedi olmaz, hep başka başka türden hayvanlar vardır, nasıl cevap bulacaksın ki demiş.
- Baktım bakmasına ama hiç böyle bir kedi görmedim, sorularımın cevabını bilen. Çünkü büyük kentin artıklarında kediler hep doyar...